5 Nisan 2007 Perşembe

Şemsi Paşa

Kültür ataşemiz yaban ellerde Şemsi Paşa'yı tanıtıyor:

Blogcu'dan Devam

Cânım efendim; blog yağmuru başlıklı yazıya gelen son yorumda belirtildiği üzere 'blog aleminin elit ve entelektüel kesimi' makamından konuşmaya devam ediyoruz. Buradan ilgili mercilere seslenmek istiyorum; yok efendim ibibikmiş, milliyetçi kanatmış gibi fasa-fiso argümanlarla susturamazsınız bizi.


Blogcu.com neden böyle bir izlenim bıraktı, neden pek çok insan aynı görüşte birleşiyor acaba diye düşündüm ve en sonunda ağzıyla kuş tutsa olmayacağına karar verdim. Çünkü eninde sonunda çakma bir hizmettir, Selpak'a karşı Nova Mendil'dir.

Bakkala girip Selpak istediğim vakit Nova uzatan zihniyetten hoşlanmıyorum. Vatanın bekası için bu işe bir çeki düzen vermeli. Sokak çocuklarına bile söylüyorum, evladım eğer Selpak satarsanız alırım diyorum. Hatta vakti zamanında Mecidiyeköy otobüs duraklarında mendil satan çocuklardan biri sahiden yapmıştı bunu ve ben de almıştım.

Nedir derdimiz? Selpak dört katlı ve daha yumuşak! Bu defaya mahsus konfor unsurunu gözardı edersek; dört katlı oluşu işlevsel açıdan fevkalade mühimdir. Üç katlı Nova, hiç bir derde deva olamamakla birlikte aynı iş için daha fazla mendil kullanımı gerektirerek kesemize ve ormanlarımıza zarar vermektedir. Halbuki aynı mendile sadece bir kat daha ekleyerek %50 işlevsellik artışı sağlanabiliyor. Ayrıca neden başka bir üretici dört katlı mendil üretmez, bunu da anlayamıyorum. Hani varlığından haberdar değilsek öğrenelim, destekleyelim.

Blogcu.com diyorduk değil mi? Sanırım herşeyden önce blogger ve wordpress gibi iki başarılı ürün varken bunların karşısına 'biz de türkçe kopyasıyız' diyerek çıkmakla hata edilmiş. Özgün bir ürün oluşturma çabasının eksikliği sayesinde her yanından buram buram Nova Mendil kokusu geliyor.

Pino ve sunthing'in dediği gibi tasarım konusunda kangren derecesinde sorunlar var. Bu konuda ahkam kesecek derinliğe sahip değilim ancak en azından hoş değil diyebilecek kadar iz'an sahibiyim. Tepede beliren blogcu.com barından, sunulan hazır tasarım şablonlarına kadar bir dengesizliktir, adam sendeciliktir gidiyor.

Mendil meselesindeki gibi işlevsel bakarsak; kullanıcı profiline ulaşmadaki zorluk çok enteresan. Rss aboneliği için de öncelikle bu profil sayfasını bulmak gerekiyor. Profil sayfasının herhangi bir tasarımı olduğunu söylemek zor. Aynı şey yorum sayfaları için de geçerli...

Neden peki üyelerinin ekseriya çoğunluğu benzer kitsch objelerle bezeyip, benzer metinler kaleme alıyorlar? Bunu anlamakta güçlük çekiyorum.

Sonuç olarak haftanın rüküşlerini seçmiyoruz ama Mehmet Doğan'ın sözüyle, bize iyi bir kullanıcı deneyimi yaşatmıyor blogcu...

Daha yeni keşfettiğim yeşil vadi'den ve bÜyÜkLü küÇüKLü yazan şeker şeker mi yazarlarımızdan bahsedecektim ama bloglar konusunda konuşma isteğim yerle yeksan oldu. Belki daha sonra diyerek geçiyoruz efendim.

Milliyetçi kanattaki hisli gençlerimize sesleniyorum, tavır yapmanıza lüzum yoktur, evet ukalalık yapmak için açtım burayı. Ayrıca Nova Mendil kullandığınız için de teessürlerimi iletmek isterim.

4 Nisan 2007 Çarşamba

Hüsnü

Yüce Türk medyası seferber olmuş, Hüsnü Şenlendirici ve kadınlarını konuşur olmuş. Büyük resim, büyük punto prensibiyle magazin ağırlıklı yayın yapan gazeteleri geçtim -hangisi değil ki- Sabah da bile köşe yazarları bu mevzudan bahis açmış. Bugün de Hürriyet web sitesinde ana sayfadan girilmiş bir haber:

Cici çocuk Hüsnü'yü paylaşamayan öfkeli kızların savaşı! Oooh, canıma değsin, bak Hüsnü benim yanımda uyuyor!

Evet, kendi içinde muhatapları için mühim bir olaydır, kimi acı çekiyordur, kimi ihtirasla kıvranıyordur ama bunun bizimle ilgisi nedir? Biz de böyle mi yapalım, cici çocuklar hiç bir şey yapmamış gibi otursun, kızlar birbirinin saçını filan mı çekiştirsin nedir? Bu bir normalizasyon süreci midir?

Arz talep meselesidir, okuyucu bunu istiyor demesin kimse. Geçtiğimiz aylarda -adını hatırlayamadığım- mühim bir haber ajansı otuz gün boyunca hiç Paris Hilton haberi geçmedi ve kimse de hatırlayıp, ne oldu yahu bu kız öldü mü demedi. Demek ki neymiş, onlarsız da oluyormuş.

Şimdi düşündüm de, ben niye girip okudum bu haberi? Merak ettim, Hürriyet'in hep yaptığı gibi gözümüze soktuğu eften püften şey neymiş merak ettim. Hatta girerken bu yazıyı düşünüyordum, her şey sizin için dostlarım, cidden bak...

Ya Hüsnü, bi'akşam da bizde uyusan olur mu?

2 Nisan 2007 Pazartesi

Blog Yağmuru

Blog kardeşliğinin aralık ayından beri süren sessizliğinde, herhalde eski tantanası kalmadı bu işlerin, heyacanı sönen herkes diye düşünürken "blog yazarlari" topluluğu çıktı karşıma.

İçerik odaklı bir mecra olan blogların kişisel profiller çerçevesinde değerlendirilmesi fikri enteresan geldi. Üye olduktan sonra bazı bloglar güzel görününce, buralara apartman yapılmadan, ne varmış ne yokmuş diye şoyle bir keşfe çıktım. Bir saatin sonunda 240 civarında üyenin tümünün bloglarını ziyaret etmiştim.

Bu hızlı gezinti sırasında kimi adresler tekrar ziyaret edilmek üzere saklandı, kimisinin de köşesindeki çarpı işaretine tıklandı. Bu sürecin sonunda nasıl oluyor da bu kadar çabuk değerlendirebiliyorum diye merak ettim ve kriterleri düşündüm:

  1. İlk etken web adresi. Blogcu.com servisini kullananların adreslerine tıklamadan geçtim. Bunun önyargılı bir davranış olduğunu biliyorum ama sanıyorum şimdiye kadar ki deneyimlerin oluşturduğu bir sonuç. Nadiren tıkladığımda da yanılmadığımı söylemek isterim.
  2. Bir şekilde adrese tıkladıktan sonra tasarım karşılıyor ekran başındakileri. Rüküş bir tasarım görünce okunmadan kapatıyorum. Sanıyorum burada tasarıma sinen duygunun metne de sirayet edeceği düşünülüyor olmalı.
  3. İlk iki maddeyi geçebilenlerin bir kaç cümlesini okuduktan sonra karar mekanizması çalışıyor. İlk yazı okunmuş ve hala karar verilememişse bir kaç yazıya daha göz ucuyla baktıktan sonra hüküm veriyorum. Buraya kadar gelince genelde kaydet butonu göz kırpıyor.
  4. Metinde şekil şartı. Aynı paragraf içinde vurgu amaçlı farklı renklendirme anında kapattırıyor pencereyi. Vurgulamak için duruma göre kalın veya italik yazmak fazlasıyla yeterli. Siyah harflerin içinde kırmızılar, sarılar gözü yormaktan başka hiç bir işe yaramıyor.
  5. Dilin kullanımı. Yazar derdini açık bir şekilde anlatabildikten sonra imla kurallarının bekçiliğini yapacak değilim. Konuşma dilinden kopup gelen 'diil' , 'bi şi' gibi ifadeler de göze batmıyor fakat okumayı zorlaştıran noktalama işareti eksikliği çıldırtıyor. Özellikle eksik virgüller çok can sıkıyor, öyle miydi böyle mi?
  6. Bir de chat kutuları! Bu akımı kim başlatmıştı bilmiyorum lakin eski fiyakasının kalmadığı da bir gerçek. Akla yatkın bir sebep söyleyemeyeceğim fakat chat kutusu bulunan sitelerden de hazetmiyorum.
  7. Sayfa yüklenir yüklenmez sormadan etmeden çalmaya başlayan mp3 kutusu yahut tamamen koda gömülmüş, durdurulması imkansız mp3. Canım arkadaşım, yapma etme. Belki aynı müzik zevkini paylaşmıyoruz ya da ne bileyim bilgisayarın sesini açık unuttuk? Bu şekilde okuyucuya söz hakkı tanımayan, ne biliyorsa onu dayatan arkadaşları da maalesef tekrar ziyaret edemiyorum.
Bu ve bunun gibi bilimsel kriterlere göre yapılan eleme sonucunda elimizde kaydedilmiş 20 kadar adres kaldı. Tabi tam burada bazı blogların da içerik olarak kapsama alanı dışında kaldığını hatırlamakta fayda var. Bir blog ormanı macerası daha böylece sona erdi...

*Yukarda listelenen hususların hiç bir tutarlılığı yoktur, tamamen kişisel görüşler, serbest atışlardır. Pek tabii ki herkes sitesini pembeye boyayip, kocaman yanıp sönen kalpler koymakta serbesttir.

Hello World!

Şubat 2005'te başlamıştım blog yazmaya ve ilk zamanlar pek ne yana gideceğimi bilemedim. Halka açık yazıyorsun ama muhataplarının kim olduğu belli değil ve hatta olup olmadıkları da belli değil. Evde kendi defterine yazıyorsun gibi de değil...

...

Çok günler geçmiş, bırak köprünün altından geçen suları, seller köprüyü bile götürmüş. Canı sıkılan kalem sahibi, yahu benim ne eksiğim var, ben de atıp tutarım, magazincilerle dalga geçer, yeni teknolojiler hakkında fikir beyan eder, politikaya bile bulaşır, gider cumhurbaşkanı olurum demiş.

İşte tam da böyle bir şeyler düşünürken kurabiye canavarının doğuşunu müjdeledi hemşire. İyi ama kurabiye canavarı mavi olmaz mı dedim, gözlüğünün üstünden sert bir bakış atıp azarladı sen değil misin turuncu, işte sana benziyor...