İyi, güzel ama hamamla ne alakası var onu anlayamadım.
12 Eylül 2007 Çarşamba
Hamam
Posted by turuncu at 14:53 4 comments
Labels: müzik
1 Eylül 2007 Cumartesi
Gündemin İçinden
Kurabiye canavarı da şöyle böyle diyorlarmış, pek sıradan olduğundan dem vuruyorlarmış. Eh ama ne sanmıştınız ki siz beni? Küfe içinde yaşıyorum diye bir diyojen ruhu mu taşıyorum sandınız? Bekir Coşkun'un sürekli laf attığı ama hiç cevap alamadığı göbeğini kaşıyan adamlardan biriyim işte. Kurabiye yemekten şişmiş bir göbek, fazlası değil aman.
Yaz mevsiminde taze kurabiye bulmak zor iş. Dondurmadır, sütlü soğuk tatlılardır, taze meyvelerdir derken kış aylarının mis gibi kurabiyesi yok oluyor. Geçen de baktım, Beşiktaş'taki has kurabiyecim tatile çıkmış. Bir müteessir oldum sormayın. An itibariyle sonbaharı karşılama etkinlikleri yapıyorum, iştirak etmek isteyen bil cümle kaariler davetlidir.
Böyle bir işkembe-i kübradan atıp tutma, her mevzuda konuşma isteği mevcut ya, üstelik cumhurbaşkanı bile oluruz dedik ya, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin göbekliler cemiyetini kafi miktarda memnun etmediğini de hassaten bildirmek isterim. Memlekete hayırlısı olmasını yürekten arzu ettiğimiz beyefendinin yeterli göbek kapasitesi mevcut değil. Her ne kadar Bekir Bey kendisini göbekli halka mâl etmekte beis görmediyse de biz kabul edemiyoruz efendim. Bizim cumhurbaşkanımız değil, Bekir Bey gibi zinde bir vücudu olduğuna göre onun cumhurbaşkanıdır.
Müstakbel göbeğini kaşıyan canavar cumhurbaşkanınız olarak siz aziz kaarilerime kerameti kendinden menkul bir söz vermek isterim. Hiç dikkatinizi çekti mi, 9, 10 ve 11 numerolu Reis-i Cumhurların çalışma masalarında bir bilgisayar bulunmamaktadır. Umuyoruz ki çiçeği burnunda 11 numero bu konuda çaba göstersin, hatta olmadı bir de blog sahibi olsun. Bu hususta 8 numeroyu ayrıca rahmetle anmak isterim.
Ha, ne diyordum, söz veriyordum. Cânım efendim, eğer beni seçerseniz masamın üstünden teknolojinin nimetlerini eksiltmeyeceğim, her daim yazdığınız mektuplara cevap yazacağım, sekreterim yazsa da kendim yazmış gibi orijinal olacak, hiç merak etmeyiniz. Bu da kayıtlara geçirilsin.
Korkanç canavarınızdan sevgilerle... Dağdan döne döne geleceğim bir gün ve köşke kurulacağım, bekleyin beni. Au revoir les enfants!
Posted by turuncu at 00:42 2 comments
Labels: bekir coşkun, cumhurbaşkanı, göbek, kurabiye canavarı
9 Ağustos 2007 Perşembe
Mimli Teknoloji
Canavarınız ilk defa mimlenmiş olmanın şaşkınlığıyla etrafına bakınıyor. Eskiden bu mim şeysinin adı sobelemek miydi? Unutmuşum, kim dayattı acaba bu mim lafını?
Mahallenin delisi, güncesinde işe yaramayan teknolojiler konusunda beni de mimlemiş. Hem de bir assolistmişim gibi, en son davet etmiş beni. Nasıl onore oldum, nasıl gururla iki kurabiye daha attım bilemezsiniz. İki alt kattaki yaşlı kadın sahiden güzel kurabiyeler yapıyor. Kandilde helva verdiğimiz tabağı bir dolu kurabiye ile geri göndermiş.
Neyse, konumuz sevgi ve kurabiyeler değil, ne de olsa herkesin bunlara yolu düşer bir gün ve sonrasını biliyorsunuz.
İşe yaramayan teknoloji konusunda benim için de radyosuz müzik çalarlar en başta geliyor. Sırf bu hinliği yaptığı için bile kızgınım Ipod'a.
Fakat yine de en başarısız teknolojik ürün kameralı telefon bence, fotoğraf çekmeyi bir türlü beceremiyor o kalitesiz objektifi ile. Fotoğraf, fotoğraf makinasıyla çekilir diyenlerdenim. Onların yüzünden etraf düşük çözünürlüklü fotoğraf çeken, kendini sanatçı sanan amatörlerle doldu taştı. Gören de profesyonel sanacak. Yok yok, ben sadece profesyonel kurabiye yiyicisiyim.
Bizim salonda bulunan dvd player şahsiyetinden de hazetmiyorum. Zira kendisi divx çalamıyor. Görmek istediğim tüm filmlerin dvd'sini almam kabil değil, bu bir servet demektir. Bu ve bunun gibi sebeplerden hiç bir işe yaramadığına kanaat getirdim.
Teknoloji dediğiniz şeyi severim ama canavarı değilim, söyleyeceklerim bu kadar. Adetten olduğu üzere ben de birilerini mimlemem gerekiyormuş. Madem beni sesim çıkmadığı için işaret etmişler, ben de sadece pur'u işaret ediyorum.
Posted by turuncu at 13:04 2 comments
7 Haziran 2007 Perşembe
Sütlü Çay
Üç genç neşeli bir şekilde teknenin burun kısmında sohbet etmeye başladılar, pek tabii ki istemeden kulak misafiri oldum:
1 : Yoğurtlu çay mıydı o?
2 : Hayır ya, sütlü çay oğlum o, İtalyan'ların meşhur sütlü çayı!
3 : (Gürültülü bir şekilde gülerek) Fransız lan, fransız çayı o.
Sonra hep birlikte gülüştüler, İtalyan olduğunu iddia eden ne kadarda cahilmişim diye yakındı, yoğurtlu mu diye soran tadını merak ettiğini söyledi, zaten bu sırada kıyıya yaklaştık...
Eğitim şart kardeşim, başka ne diyeyim ki!
Posted by turuncu at 00:32 5 comments
Labels: sıcak içecek, sütlü çay
5 Nisan 2007 Perşembe
Şemsi Paşa
Kültür ataşemiz yaban ellerde Şemsi Paşa'yı tanıtıyor:
Posted by turuncu at 11:37 2 comments
Labels: şemsi paşa
Blogcu'dan Devam
Cânım efendim; blog yağmuru başlıklı yazıya gelen son yorumda belirtildiği üzere 'blog aleminin elit ve entelektüel kesimi' makamından konuşmaya devam ediyoruz. Buradan ilgili mercilere seslenmek istiyorum; yok efendim ibibikmiş, milliyetçi kanatmış gibi fasa-fiso argümanlarla susturamazsınız bizi.
Blogcu.com neden böyle bir izlenim bıraktı, neden pek çok insan aynı görüşte birleşiyor acaba diye düşündüm ve en sonunda ağzıyla kuş tutsa olmayacağına karar verdim. Çünkü eninde sonunda çakma bir hizmettir, Selpak'a karşı Nova Mendil'dir.
Bakkala girip Selpak istediğim vakit Nova uzatan zihniyetten hoşlanmıyorum. Vatanın bekası için bu işe bir çeki düzen vermeli. Sokak çocuklarına bile söylüyorum, evladım eğer Selpak satarsanız alırım diyorum. Hatta vakti zamanında Mecidiyeköy otobüs duraklarında mendil satan çocuklardan biri sahiden yapmıştı bunu ve ben de almıştım.
Nedir derdimiz? Selpak dört katlı ve daha yumuşak! Bu defaya mahsus konfor unsurunu gözardı edersek; dört katlı oluşu işlevsel açıdan fevkalade mühimdir. Üç katlı Nova, hiç bir derde deva olamamakla birlikte aynı iş için daha fazla mendil kullanımı gerektirerek kesemize ve ormanlarımıza zarar vermektedir. Halbuki aynı mendile sadece bir kat daha ekleyerek %50 işlevsellik artışı sağlanabiliyor. Ayrıca neden başka bir üretici dört katlı mendil üretmez, bunu da anlayamıyorum. Hani varlığından haberdar değilsek öğrenelim, destekleyelim.
Blogcu.com diyorduk değil mi? Sanırım herşeyden önce blogger ve wordpress gibi iki başarılı ürün varken bunların karşısına 'biz de türkçe kopyasıyız' diyerek çıkmakla hata edilmiş. Özgün bir ürün oluşturma çabasının eksikliği sayesinde her yanından buram buram Nova Mendil kokusu geliyor.
Pino ve sunthing'in dediği gibi tasarım konusunda kangren derecesinde sorunlar var. Bu konuda ahkam kesecek derinliğe sahip değilim ancak en azından hoş değil diyebilecek kadar iz'an sahibiyim. Tepede beliren blogcu.com barından, sunulan hazır tasarım şablonlarına kadar bir dengesizliktir, adam sendeciliktir gidiyor.
Mendil meselesindeki gibi işlevsel bakarsak; kullanıcı profiline ulaşmadaki zorluk çok enteresan. Rss aboneliği için de öncelikle bu profil sayfasını bulmak gerekiyor. Profil sayfasının herhangi bir tasarımı olduğunu söylemek zor. Aynı şey yorum sayfaları için de geçerli...
Neden peki üyelerinin ekseriya çoğunluğu benzer kitsch objelerle bezeyip, benzer metinler kaleme alıyorlar? Bunu anlamakta güçlük çekiyorum.
Sonuç olarak haftanın rüküşlerini seçmiyoruz ama Mehmet Doğan'ın sözüyle, bize iyi bir kullanıcı deneyimi yaşatmıyor blogcu...
Daha yeni keşfettiğim yeşil vadi'den ve bÜyÜkLü küÇüKLü yazan şeker şeker mi yazarlarımızdan bahsedecektim ama bloglar konusunda konuşma isteğim yerle yeksan oldu. Belki daha sonra diyerek geçiyoruz efendim.
Milliyetçi kanattaki hisli gençlerimize sesleniyorum, tavır yapmanıza lüzum yoktur, evet ukalalık yapmak için açtım burayı. Ayrıca Nova Mendil kullandığınız için de teessürlerimi iletmek isterim.
Posted by turuncu at 10:13 18 comments
4 Nisan 2007 Çarşamba
Hüsnü
Yüce Türk medyası seferber olmuş, Hüsnü Şenlendirici ve kadınlarını konuşur olmuş. Büyük resim, büyük punto prensibiyle magazin ağırlıklı yayın yapan gazeteleri geçtim -hangisi değil ki- Sabah da bile köşe yazarları bu mevzudan bahis açmış. Bugün de Hürriyet web sitesinde ana sayfadan girilmiş bir haber:
Cici çocuk Hüsnü'yü paylaşamayan öfkeli kızların savaşı! Oooh, canıma değsin, bak Hüsnü benim yanımda uyuyor!
Evet, kendi içinde muhatapları için mühim bir olaydır, kimi acı çekiyordur, kimi ihtirasla kıvranıyordur ama bunun bizimle ilgisi nedir? Biz de böyle mi yapalım, cici çocuklar hiç bir şey yapmamış gibi otursun, kızlar birbirinin saçını filan mı çekiştirsin nedir? Bu bir normalizasyon süreci midir?
Arz talep meselesidir, okuyucu bunu istiyor demesin kimse. Geçtiğimiz aylarda -adını hatırlayamadığım- mühim bir haber ajansı otuz gün boyunca hiç Paris Hilton haberi geçmedi ve kimse de hatırlayıp, ne oldu yahu bu kız öldü mü demedi. Demek ki neymiş, onlarsız da oluyormuş.
Şimdi düşündüm de, ben niye girip okudum bu haberi? Merak ettim, Hürriyet'in hep yaptığı gibi gözümüze soktuğu eften püften şey neymiş merak ettim. Hatta girerken bu yazıyı düşünüyordum, her şey sizin için dostlarım, cidden bak...
Ya Hüsnü, bi'akşam da bizde uyusan olur mu?
2 Nisan 2007 Pazartesi
Blog Yağmuru
Blog kardeşliğinin aralık ayından beri süren sessizliğinde, herhalde eski tantanası kalmadı bu işlerin, heyacanı sönen herkes diye düşünürken "blog yazarlari" topluluğu çıktı karşıma.
İçerik odaklı bir mecra olan blogların kişisel profiller çerçevesinde değerlendirilmesi fikri enteresan geldi. Üye olduktan sonra bazı bloglar güzel görününce, buralara apartman yapılmadan, ne varmış ne yokmuş diye şoyle bir keşfe çıktım. Bir saatin sonunda 240 civarında üyenin tümünün bloglarını ziyaret etmiştim.
Bu hızlı gezinti sırasında kimi adresler tekrar ziyaret edilmek üzere saklandı, kimisinin de köşesindeki çarpı işaretine tıklandı. Bu sürecin sonunda nasıl oluyor da bu kadar çabuk değerlendirebiliyorum diye merak ettim ve kriterleri düşündüm:
- İlk etken web adresi. Blogcu.com servisini kullananların adreslerine tıklamadan geçtim. Bunun önyargılı bir davranış olduğunu biliyorum ama sanıyorum şimdiye kadar ki deneyimlerin oluşturduğu bir sonuç. Nadiren tıkladığımda da yanılmadığımı söylemek isterim.
- Bir şekilde adrese tıkladıktan sonra tasarım karşılıyor ekran başındakileri. Rüküş bir tasarım görünce okunmadan kapatıyorum. Sanıyorum burada tasarıma sinen duygunun metne de sirayet edeceği düşünülüyor olmalı.
- İlk iki maddeyi geçebilenlerin bir kaç cümlesini okuduktan sonra karar mekanizması çalışıyor. İlk yazı okunmuş ve hala karar verilememişse bir kaç yazıya daha göz ucuyla baktıktan sonra hüküm veriyorum. Buraya kadar gelince genelde kaydet butonu göz kırpıyor.
- Metinde şekil şartı. Aynı paragraf içinde vurgu amaçlı farklı renklendirme anında kapattırıyor pencereyi. Vurgulamak için duruma göre kalın veya italik yazmak fazlasıyla yeterli. Siyah harflerin içinde kırmızılar, sarılar gözü yormaktan başka hiç bir işe yaramıyor.
- Dilin kullanımı. Yazar derdini açık bir şekilde anlatabildikten sonra imla kurallarının bekçiliğini yapacak değilim. Konuşma dilinden kopup gelen 'diil' , 'bi şi' gibi ifadeler de göze batmıyor fakat okumayı zorlaştıran noktalama işareti eksikliği çıldırtıyor. Özellikle eksik virgüller çok can sıkıyor, öyle miydi böyle mi?
- Bir de chat kutuları! Bu akımı kim başlatmıştı bilmiyorum lakin eski fiyakasının kalmadığı da bir gerçek. Akla yatkın bir sebep söyleyemeyeceğim fakat chat kutusu bulunan sitelerden de hazetmiyorum.
- Sayfa yüklenir yüklenmez sormadan etmeden çalmaya başlayan mp3 kutusu yahut tamamen koda gömülmüş, durdurulması imkansız mp3. Canım arkadaşım, yapma etme. Belki aynı müzik zevkini paylaşmıyoruz ya da ne bileyim bilgisayarın sesini açık unuttuk? Bu şekilde okuyucuya söz hakkı tanımayan, ne biliyorsa onu dayatan arkadaşları da maalesef tekrar ziyaret edemiyorum.
*Yukarda listelenen hususların hiç bir tutarlılığı yoktur, tamamen kişisel görüşler, serbest atışlardır. Pek tabii ki herkes sitesini pembeye boyayip, kocaman yanıp sönen kalpler koymakta serbesttir.
Posted by turuncu at 21:41 11 comments
Labels: blog, blog kardeşliği, blog yazarları
Hello World!
Şubat 2005'te başlamıştım blog yazmaya ve ilk zamanlar pek ne yana gideceğimi bilemedim. Halka açık yazıyorsun ama muhataplarının kim olduğu belli değil ve hatta olup olmadıkları da belli değil. Evde kendi defterine yazıyorsun gibi de değil...
...
Çok günler geçmiş, bırak köprünün altından geçen suları, seller köprüyü bile götürmüş. Canı sıkılan kalem sahibi, yahu benim ne eksiğim var, ben de atıp tutarım, magazincilerle dalga geçer, yeni teknolojiler hakkında fikir beyan eder, politikaya bile bulaşır, gider cumhurbaşkanı olurum demiş.
İşte tam da böyle bir şeyler düşünürken kurabiye canavarının doğuşunu müjdeledi hemşire. İyi ama kurabiye canavarı mavi olmaz mı dedim, gözlüğünün üstünden sert bir bakış atıp azarladı sen değil misin turuncu, işte sana benziyor...
Posted by turuncu at 21:01 2 comments
Labels: kurabiye canavarı